.

.
» » » » » YALÇIN KÜÇÜK <>DECCALE KARŞI



 OdaTv'ye mektup yazan hoca özetle şunları söyledi : 

BİR BOZUCU BİR DECCALVESAYET / MESAYET 

VE PARALEL / MARALEL VE BİZİM SAÇMALAR
Tarihe not düşme de diyebiliriz, tarih ise tekrarında sakınca görmüyorum, Mehmet Ali Birand yönetiyordu, havan yerine kitap attım mı, bazen yapıyorum, ancak bu kez hatırlamıyorum ve en az dört yıl öncedir. Erol Mütercimler de hazırdı, “gelirlerse yirmi beş yıl gitmezler” diyorlar ve diyordu, ilgi çekmesi kaçınılmazdır. Ben, gelirler mi bilemem, demiştim, ancak o tarihlerde gelmeyeceklerinden emindim ve ancak “tahribatı tamire otuz yıl yetmez”; bunu eklemiştim. Bir bozucu ve bir deccal, ki “antichrist” veya “sahte mesih”, bu deyiş, sonuncu, adem için daha uygundur; yıktılar ve duman ettiler. Hayır, artık biz otuz yılda düzeltemeyiz; bunu anlatmak istiyordum ve Birand’dan daha çok Rıdvan Akar yönetiyordu, hatırlarlar.
CUMHURİYETİ TEKRAR KURMAK
Liseli yıllarımda, gençler ve hatta aydınlar için dans önemliydi, aydınlar valsi seçerlerdi ve “özel” dershaneler yoktu, az da olsa dans okulları vardı, birinin profesörü çok mühimdir. Yaşlı bir Elen, sonra fotoğrafını görmüştüm, iki arkadaş gitmişler, bu doğrudur ve hep anlatırlar, “saati kaça” somuşlar. Profesör de birisine, “hiç biliyor musun” yollu sormuş, cevabını almış, “biraz” biliyor ve saati yirmi liradır. Diğeri hiç bilmiyor, on liraya da olur; tarife budur.
Ama itiraz var, “ben biraz biliyorum, bana yirmi, bilmeyene on ve bu olur mu”, mesele buradadır. Cevap ise şudur, “beni daha çok yorarsın”,önce bildiği yanlışları silmesi gerekiyor. Ben de bir planlama profesörü olarak benzer düşüncedeyim. Tamir, düzeltme, ayırma, moloz nakliyatı, bunlara hiç gerek yoktur; silbaştan ve yepyeni bir Türkiye ve artık sadece bu mümkündür. Bir taraftan başlarız, diğer taraftan çıkarız; bozucu ve deccal’in elinin değdiği yer artık “untouchable” veya haram’dır; ikisi aynı kelimedirler, kaldırırız. Dolayısıyla daha çabuk yaparız. Viraneyi kaldıracağız, daha kolay ve daha hızlıdır, bunu anlatmak istiyorum.
Ne demek, peki, “antichrist”, burada “christ” ya da hristo, İbrani“mesih” karşılığıdır, “kurtuluş” diyebiliriz, merak edenlerin olduğunu hissediyorum, “furkan” da Arami köklü olmakla “redemption” ya da“kurtuluş” anlamındadır. Ve deccal girmişse, kurtuluş şarttır, çünkü deccal girdiği yeri virane’ye çeviren ejderhadır. Güzel ve öyleyse cehepe şimdi bir virane’dir, çünkü idaresinde deccal var. Bir yalan makinesi yönetmektedir.
İŞTE YILAN
Kutsal kitaplardan alıyoruz; İncil’de Aziz John’un vahiyinde buluyoruz, “Müthiş Ejderha” dünyaya atıldı, “yıllanmış yılan”, Şeytan ya da İblis de diyorlar, “deceiveth the whole world”, bütün dünyayı kandırandır; bu, cehepe deccal’i için pek doğrudur. Ve, upon his heads the name of blasphemy, deccal kutsal olanların hepsine yalnızca küfürdür. 27 Mayıs’a küfreden, Tunceli bahanesi ile Atatürk’e küfreden, II. Dünya savaşı bahane, İsmet Paşa’ya küfrden odur. Ve bütün dünyayı kandırır ve kandıramadığı bir tek Yalçın Küçük’tür. Yıllardır “işte bu yılan” diyorum, ve nasıl diyorum bilmiyorum. Ancak demek işimdir, bunu biliyorum ve ihmal etmiyorum.
DIŞARIDAN KURTARMAK
Peki, nasıl kurtuluruz ve nasıl kurtuluyoruz; politik tarih bilimdir. Kurtuluşun yolu tarihte yazılıdır ve çok kısa özetliyorum.
Bir, Yenilikçi Sultan Üçüncü Selim’i boğdular ve aydınlar, beş isimdi, Tezler’de var; çıktılar ve Rusçuk’ta Alemdar Mustafa Paşa’yı buldular. “İmal” ettiler ve Alemdar Paşa geldi, genç Sultan Mahmut’u Kabakçı Mustafa’nın, cellatların elinden aldı ve kurtarmıştır. İkinci Mahmut hem bir “Vaka-i Hayriye” oldu, hem de Tanzimat’a merdiven dayadı, “Büyük Reformasyon” diyoruz. Boğaziçi yobazların cesedi ile dolmuştu,“kurtulduk”, bunu görüyorduk. Boğaz’ı örttüler, bunu anlıyorduk.
Yine hortladılar ve “kurtarıcılar” bu kez Selanik’te örgütlendiler, başlarında Mahmut Şevket Paşa var, Alliance Israelite’ten mezundur. Gericilik, Taksim’deki, Gezi’deki Topçu Kışlası’ndan çıkmıştı ve yenilikçiler Çatalca’dan hareketle Silivri’yi arkada bıraktılar, sokak sokak İstanbul’u aldılar. Bu kez Abdülhamit’i hal ettiler ve Cumhuriyet’e kapı açtık. Kurtulmuşuz, bu kez, işte budur. Bir Cumhuriyet provası diyebiliyorum. Ayastefanos’ta “Milli Meclis” denemedir.
Üçüncü için yine, uzakta ve dışarda örgütlendiler; Erzurum’u yeni örgütlenme ve planlama merkezi seçtiler, dışarıdan ve adım adım ilerlediler ve işte Cumhuriyet budur. Bizim Kurtuluş usulümüz, dışarıda hazırlanmak, örgütlenmek ve olmaktır. Bunu biliyoruz.
CEHEPE NASIL KURTULUR
Üçü bir yoldur, demek cehepe dışından kurtulacaktır ve bu şarttır. Başta deccal, hepsinin sarılması ve ikinci yargılanma ile ödüllendirilmeleri ve dağıtılmaları esastır. Şöyle de söyleyebilirim, bir, cehepe’yi artık içinden kurtarmak imkansızdır, iki, zahmetine değmez ve bu bellidir. Şunu ekleyebiliyorum, kurtulmak tazelenmektir ve buna ihtiyaç duyuyoruz. Demek, her kurtuluş bir tazelenmedir, bunu çıkarmış oluyoruz.
TAHRİFAT
Kuran’ın Gök’ten indiği ortodoks müslümanların bir kabulüdür ve bu kabule saygı duymak yerindedir. “İndi”, güzel ancak sözcüklerin pek çoğu hem dünyevi, hem de yabancıdırlar; “deccal” de öyle, Syriac kökenli ve aslı deggala’dır. Çoktular, Arami ve İbrani önde gelen kaynak oluyorlar; yalnız, Richard Bell, Hıristiyan Çevre’de “The Origin of Islam” çalışmasında, London 1925, Muhammad always gives his own stamp or twist to everything, Peygamber’in aldığı bütün sözcükleri büktüğünü ve damgasını vurduğunu not ediyor ki, bunu önemli bir tespit saymak durumundayız. Yalnız, Arami kelime furkan’a, “faruk” ile yetinemiyoruz, ne damga vurduğunu çözemiyoruz. Bir “bilmece” sayılıyor; “salvation” anlamı etrafında dönüp duruyoruz. Öte yandan, ortodoks islami alimler ise böyle yapmıyorlar, ya üstünü örtüyorlar ya da tahrif ediyorlar. Diyanet baştadır.
DEMOKRASİ & DARBE
Devam ederken bir parantez daha açabilir miyim, muhtacım ve şudur: Londra’da bir konferans veriyordum, yıllar oldu, çoğu Türk göçmenler ve tabii Kürtler’i de katıyorum. Güzel, dinliyorlar ve gülüyorlar, ben gülmeyi pek sevdiğim ve kimseler gülünçlü konuşmadıkları için öyle bir biçemim var, sorulara geçildi, sorular yağdılar. Birisi, “biz Yalçın Küçük’ü demokrat aydın sanıyorduk, Nasreddin Hoca çıktı” dedi ve kahkahalar sel oldu, bu da yeni bir deyiştir ve not ettim.
Cevabımın özeti şudur, “işte tipik Türk solundan” bir karşılık, böyle başladım. Mensubu olmaktan kıvanç duyduğum Türk solu işte budur, bana hakaret etmek istedikleri zaman överler ve övdüklerini sandıkları zaman ise küfrederler. Ne yapıyorsunuz, hareket maksadıyla bana Nasreddin Hoca diyorlar ve beni çok övdüklerini bilmiyorlar; Nasreddin bir halk filozofudur, ben yanında hiç kalıyorum. İki, biraz da övmek istiyorlar, “demokrat aydın” yapıyorlar ve bilmezler, ben bana “demokrat” denmesini küfür telakki ediyorum. Ban küfür ediyorlar; hiç demokrat olmadım, üniversite yıllarında sadece “devrimci demokrat” sayıldım ve demokrat olanı hep aşağı tabakadan birisi olarak görüyordum. Olmayı hiç düşünmüyorum.
Şunları biliyorum, Hobbes demokrat değildi, Monstequieu hiç olmadı ve Rousseau’yu sayamıyoruz; dünyaya demokrat gelmiş bir tek düşünür bilmiyorum. Zordur ancak Antik Yunan’da, herkesin birbirini tanıdığı ve mahalle ölçüsünde mümkündür ve düşünebiliyoruz. Bunun dışında, her an iflasa mahkumdur ve bunları, kitaplardan bildiğim için, Kasım 2002 tarihinde olanı, hemen ve anında “darbe” ilan ettim ve şimdi herkes “diktatorya”diyor ve bir tür timsah gözyaşı döküyorlar. Utanmalarını tavsiye ediyorum. Bizimki ülke değil, viranedir.
CUMHURİYETİN BEKÇİSİ
Demokrasi mi, başta deggala, 27 Mayıs Anayasası’nın dibaçesini tekrar tekrar okumalıdırlar ve çok güzeldir, demokrasi, ancak yurttaşların uyanık bekçiliğinde yaşayabilen bir rejimdir. Titiz, savaş yapmayan ve ancak iç savaş dikkat ve uyanıklığını her an gösteren yurttaş yoksa, yoktur. Buradayız.
***
Halkın sürüleştiği bir dönemdeyiz. Yoktur.
Sürüleşmiş bir halkın egemenliği ise yalnızca despotizmdir. Ben demokrat değilim ve bilerek despotizmi savunmam; demek, sadece uyanık bir bekçiyim. Bekçilik mi, güzel bir iş sayıyorum.
EV ÖDEVİ: DENİZ, HÜSEYİN, YUSUF
Ve 3 Kasım 2002 “demokrasi” dediler ve ben “darbe” tabir ettim. Bu darbe’de zamanın Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün ve zamanın generallerinden birisi, İlker Başbuğ’un rolü var, paydaştırlar. Paydaş olduğu için kendini ikinci veya üçüncü mahkeme arıyorlar; ikinci mahkemeye dünden razı, olmaza “yüce mahkeme” peşindeler. Ben çok sıkılıyorum. Kendine bu kadar güvensiz bir genelkurmay başkanını ilk kez görüyorum.
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Arslan hiç aramadılar. Peki, ne aradılar ve ne dediler, ev ödevidir ve zindana bırakıyorum.
Gecikmedim, ossaat, “seçim değil, darbe” dediğimi hatırlıyorum. Mimarları, zamanın Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, Devlet Bakanı Kemal Derviş ve Başbakan Yardımcısı Bahçeli oldular. 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra kurulan akepe hükümetine de Yüksek Komutanların“35 yıldır aradığı ekip” tarifini veriyordum; bunlar varsa, “demokrasi”diyenlerin bakışlarında pek çok falso vardır ve gözlüklerini değiştirmelerini öneriyorum. Şimdi buradayız ve İlker Paşa’nın son konuşmalarındaki sıkıntı ve tutarsızlığı burada arıyoruz.
HOLDİNG LİDERLERİ
Daha kötüsünü aklım almıyor, halktan daha uzak bir yönetim bilmiyorum. Grubu olan partiler ve başlarında Erdoğan, Kılıçdaroğlu, Bahçeli ve Demirtaş varlar; varlarsa “ben demokrat değilim”, bunu açıklıkla ifade ediyorum. Bu halk egemenliği benden çok uzaktır, bunu çok iyi biliyorum.
Bir deccal İnönü Dönemi’ne küfürler yağdırdı, kötüdür, kabul edebiliriz, ancak yaptıkları pek çoktur. Önceleri iki dereceli seçim vardı; liderler adayları belirliyor, halk gidip bunlara oy atıyordu ve Paşa, doğrudan seçimi getirdi, bilmezler. Demokraside seçim, adayları halkın belirlemesine dayanmaktadır ve buradayız.
Şimdi milletvekili ve belediye başkan adaylarını işte bu dörtlü, holdinglerin kontenjanları ile birlikte belirliyorlar. Bir deccal sanki adayları satışa çıkarmış, Yılmaz Özdil’in pek güzel yazısından da öğreniyoruz, gece yarısı telefonları işletmektedir. Büyük bir yalanı oynuyorlar ve ben utanıyorum. Çok şükür, ben demokrat değilim ve olmayı düşünmüyorum. Ancak yine de utanç duyuyorum.
ON YILDA BİR DEVİRME KURALI
İki savaş arası mı, 1917-1945, “demokrasi” sözünden daha itibarsızını bilmiyoruz; faşizm ve komünizm arayışlarında bu itibarsızlığın rolü büyüktür, inkar edemeyiz. İkinci savaş sonrasında düzen arayışları da bu güvensizliğin bir sonucudur; temelinde kapitalizme güvenememek yer alıyordu. Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası eninde sonunda, kapitalist devletlerin yönetimine bırakılamayacak bir dünya kabulüne dayanıyordu. Kontrollü kapitalist döneme giriyorduk, açık olan budur.
Soğuk Savaş, iki sistem arası rekabet bir demokrasi yarışına dönüştü ve biz de atladık. İsmet Paşa’nın yönetiminde, 14 Mayıs 1950 tarihinde demokrasi adlı güzeli bulduk, bayramını yapıyorduk. Ancak 1956 yılına gelmiştik ki, bulduğumuz dinsellik, kamu imkanlarını saçmaktan ibaretti; tabii arkasından gelen despotik yönetimdir. Bir Mayıs ayında, 1960, devirdik; biz devirdik, on yılda bir devirme kuraldır. Bu devirme en demokratik olandır, bu kaçınılmazdır seçimin despotik, müdahalenin demokratik olduğunu ileri sürüyorum.
SINIR VE FREN DÜZENİ
Şimdi “vesayet/mesayet” meselesine gelmiş bulunuyoruz. Bu, bir diğer yandan, ülkenin bir virane olduğu anlamındadır; üniversiteler yokturlar ve gazeteler boşturlar. “Vesayet” sözcüğüne çok itirazım var, kahve sohbetine uygun düşmektedir. Ancak bu sözcük üzerinden devam etmek durumundayım ve tam bir demagoji ya da mugalata ile karşı karşıyayız.“Demagoji” bilgisizlikten ve cehaletten yararlanarak halk avcılığı yapmaktır; deccale yakışıyor ve yapılan iş budur, diyoruz.
Şunu tekrarlayabilir miyim, halk egemenliğin sınırları ve frenleri vardır. Halk egemenliğinin sınırları ise kurumsaldır; varsa kurumlara dayanmak zorundadır. Kurumlar yoksa, en kötüsünden bir demagoji ile karşı karşıyayız demektir. Ve yoktur; yok olduğu halde bir tek üniversiteler ve bir tek idare hukuku ya da anayasa profesöründen itiraz gelmemesi, üniversitelerin tükendiği anlamındadır. Üzülmüyorum, geçerken not ediyorum, çare otuzlu yılların üniversite reformundadır.
DEMOKRASİYE GÜVENSİZLİK
27 Mayıs Anayasası iki kurum yarattı ve her iki kurum ya da kurul da halka ve demokrasiye tam güvensizliği yansıtıyordu. Bir, laiklik ve güvenlik sorunlarında seçilmişlere güvenilmiyor ve aydınlara güveniliyordu. Bu nedenle Anayasa ile “Milli Güvenlik Kurulu” yaratıldı ve çok basittir; dört bakanlar kurulu üyesi ve dört komutan karşı karşıya eşit haklarda, oturup güvenlik meselelerinde karar alacaklar ve tüm güvenlik işlerinin yönetimi işte bu kuruldadır. Bu bir anayasal mekanizmadır ve isteyen, kahve diliyle, “vesayet” diyebilir; yanlıştır ve haksızdır, ama torba değil ve bağlayamıyoruz.
Bunun karşılığı Yüksek Planlama Kurulu’dur; Bakanlar Kurulu’ndan dört bakan, tabii birisi başbakan, ilk Devlet Planlama Teşkilatı müsteşarı ile üç daire başkanı biraraya geliyorlar ve buna “Yüksek Planlama Kurulu” diyoruz. Temel ekonomik program ve meseleler işte bu kurulun elindedir; öyle idi demek istiyorum. Buna meşruti demokrasi de diyebiliriz.
SIKIŞIRSA GENİŞLER
Bunlar varsa, esnaf diliyle, isteyen, çok kaba olmakla birlikte, “vesayet”diyebilir, ancak artık yoktur. Ne demek yoktur, artık her iki kurul da yokturlar ve adları var, ama birer tapu dairesi diyoruz, hükümetin istek ve adımlarını karara bağlıyorlar. Birincisi, kompozisyonda yapılan değişikliklerle “işlemez” ve ikincisi ise “fonksiyonsuz” hale getirildiler. Artık yokturlar ve dolayısıyla, bir vesayet’ten bahsetmek sadece abes ile iştigaldir, bunu açıklıkla söyleyebiliyoruz.
***
Peki, çok önceden, daha akepe ruşeym halindeyken, ana rahmine henüz düşmüş, işlemez hale getirildiler. Dolayısıyla, akepe tarafından “vesayet vardı, kaldırıldı” boş bir sözdür; yoktu, olmayanı kaldırmasını düşünemeyiz. Ancak, şunu anlayabiliyoruz, akepe “ben pek çok generali ve bu arada bir genelkurmay başkanını zindana attım”, bunu söylüyor ve bunlarla övünüyor, olabilir. Öyle mi, ben de şunu söyleyebilirim, “sıkışırsa genişler” ve bu bir kurumsal değil, fiili bir durumdur. Bilemeyiz, yalnız hem sıkıştığını pek duyuyoruz.
Şartlı demokrasi teorisi ve pratiğine devam ediyorum. Programda Mustafa Balbay’ın “sosyal demokrat merkez parti”, 20 Ocak 2014, Cumhuriyet, yazısı da var. Deccal’e yaranma sayıyorum ve çok utanıyorum.


Prof. Dr. Yalçın Küçük

1881-38(*_*)_Bitmeyen^Başlangıç--Unknown

Zamanın yeniliklerine ayak uydurmayı kafirlik sayanların bu ZANNI islamı kafirlere esir etmek istemek değildirde nedir?HER SARIKLIYI HOCA SANMAYIN HOCA OLMAK SARIKLA DEGIL BEYiNLEDiR...M.K.ATATÜRK.
«
Next
Sonraki Kayıt
»
Previous
Önceki Kayıt