Ne
hikmetse radikal dinci kesimlerin aleyhinde söz etmekten kaçındığı ama
ulusalcı diye, Sevr paranoyası sahipleri yakıştırması ile dışlanan,
bizim de başını çektiğimiz milliyetçi kanada göre tepeden tırnağa
lanetlenen ve bir bakıma Osmanlı devletinin sonunu getiren uluslar arası
dev bir anlaşma var. Sevr Anlaşması; hala Hıristiyan Batı Dünyası için o
kadar ideal ki, kabulünün üzerinden 90 yılı aşkın bir süre geçmiş
olmasına rağmen, günümüzde dahi, ülkemiz dâhil Ortadoğu’nun coğrafyasını
bölge ülke yönetimlerinin beceriksizliğinden yararlanarak altüst etmeye
devam ediyor. Biz bu yazı serisi içinde, Sevr Anlaşmasını çok değişik
yönleri ile ele almak istiyoruz. Konuya ilgi duyan okurlarımızın 5–6
bölüm sürecek bu yazı dizimizi izlemelerini hararetle tavsiye ederiz.
10.
Ağustos 1920 günü imzalanıp kabul edilen ve 600 yıllık Osmanlı
Devletini paramparça eden antlaşma ve hükümlerini her Türk aydını çok
iyi bilir. Esasen çok iyi bilinmeli ve asla unutulmamalıdır. Türk Halkı
için önemine binaen, biz hem bu antlaşmanın nasıl hazırlandığını hem de
antlaşmayı hazırlayan kişi ve ülkelerin genel görüşlerini ortaya
çıkarmak istedik. Bu konu 10 Ağustos tarihine kadar yine bir yazı serisi
halinde sunulacaktır. Barış görüşmelerinde baş aktör durumundaki ülke
İngiltere olduğu için biz ilkyazımızı bu ülkeye ayırdık.
Harold
Nicolson, Lord Curzon’un hayatını anlattığı “Curzon: The Last Phase
1919- 1925” adlı kitabında İngilizler ve Müttefikleri açısından Mondros
Mütarekesi sonrasında gelişen durumu Lord Curzon’un şu sözleri ile
özetlemektedir:
“Osmanlı
İmparatorluğu ayaklarının dibinde aciz ve dağılmış yatıyor, Başkent’i
ve Halifesi silahlarımızın merhametine terkedilmiş bir durumda,
denizlerin hâkimiyeti kesin olarak bizim, Alman kolonileri işgal
edilmiş, bütün hayati irtibatlar, bütün stratejik bölgeler bizim
kontrolümüzde bulunuyor. Müttefiklerimizin insan ve mühimmat stokları
sınırsız, mağlup olmuş düşmanlarımız karşısında yerleşmiş kuvvetlerimiz
bir kaç hafta içinde on yedi milyon silahlı insan seviyesine ulaşmış.
Rusya’daki Bolşevik denemesi çöküntü’nün arifesinde bulunuyor. Avrupa ve
Afrika’daki zaferlerimiz Asya’nın anahtarını elimize geçirmemizi
sağladı. Hiç bir zafer böylesine büyük, böylesine ezici ve kesin
olmamıştır.Bizler, Büyük İskender döneminden beri görülmemiş bir fiziki üstünlüğe sahiptik ve dünyanın hâkimleri olarak görünüyorduk.”(1)
Daha
savaş bitmeden önce 1918 Ağustos ayında İngiltere Başbakanı Lloyd
George Manchester şehri Ermeni topluluğuna ait bir heyetle yaptığı
görüşmede onlara, “Britanya sizin zulüm edilmiş ırkınıza karşı olan
sorumluluğunu asla unutmayacaktır.” (2)
diye hitap ederken buna paralel
olarak Dışişleri Bakan Yardımcısı Lord Robert Cecil, Ermenilerle ilgili
propaganda çalışmalarını çok iyi bildiğimiz Mavi Kitap’ın yaratıcısı
Viscount James Bryce’a yazdığı bir mektupta “Ermeni Haklarını savunma
belgesinin” aşağıdaki esaslara dayandırılacağını belirtiyordu.(3)
1. 1914
Sonbaharında Erzurum’da toplanan Osmanlı Ermenileri Kongresinde resmi
hükümet temsilcileri tarafından savaşta Türkiye’ye aktif bir şekilde
yardımcı olmaları halinde “kendi kendilerini yönetme hakkı” verilmesi
teklif edildiği halde Ermeniler Osmanlı Devleti ve müttefiklerine yardım
eden bir ulus olmayacaklarını beyan etmişlerdir.
2. Osmanlı
teklifini reddeden bu cesur hareketten sonra, 1915 yılında Osmanlı
Ermenileri Türk Hükümeti tarafından sistemli bir şekilde katledildiler.
Böylece en soğukkanlı ve canavarca metotlarla 700.000’den fazla insan
yok edilmiştir.
3. Savaşın
başından itibaren Ermeni milletinin Rus bölgesinde yaşayan yarısı,
kahraman liderleri General Andranik önderliğinde gönüllü birlikler
oluşturmuş ve Kafkas bölgesindeki muharebelerde en ağır muharebelere
katılmışlardır.
4. Geçen
yılın (1917) sonunda Rus Ordusu ateşkes’le savaşmayı bırakınca, Ermeni
kuvvetleri Kafkas cephesinde Türk ilerleyişini beş ay kadar geciktirmiş,
böylece İngiliz Ordusu’nun Mezopotamya’da başarılı olmasını
sağlamıştır... Değişik rütbelerdeki Ermeni askerleri halen Suriye’de
savaşmaktadırlar. Onlar İngiliz, Fransız ve Amerikan ordularında
başarılı hizmetler ifa etmişler ve General Allenby’nin Filistin’deki
büyük başarısında pay sahibi olmuşlardır.”
Böyle
bir atmosfer içinde 30 Ekim 1918 günü imzalanan Mondros Ateşkes
Anlaşması İngiliz parlamentosunda kararsızlıkla karşılandı. Kasım ayı
ortalarında her iki Meclis üyesi Parlamenterler Mondros hükümlerinin
gevşeklik gösterilmeden sıkı bir şekilde uygulanması gerektiğini
belirtirken, Türklerin Ermeni illerini süratle boşaltmasını ve eğer
lüzumlu görülürse bölgenin Antant ülkeleri kuvvetlerince işgal
edilmesini istediler. Hükümetin politikasını açıklayan Lord Robert
Cecil, resmi hükümet politikasının “Doğu ve Batı Ermenistan’ın
birleştirilmesi” olduğunu belirtti.(4)
Böylece bölgede dev bir Ermeni Devleti yaratılmış olacaktı.
İngiltere
Ortadoğu’nun yeniden çizilmesinde kilit ülke durumundaydı. Alınan ve
alınacak bütün karaların arkasında bazen açık, bazen de gizli olarak
İngiliz uzmanlar vardı. Savaş içinde Osmanlı topraklarının paylaşılması için yapılan gizli anlaşmaların hepsi İngiltere ile müttefikleri arasında yapılmıştı. Bu
anlaşmalar için İngiltere’ye en büyük destek Fransa ve Çarlık
Rusya’sından gelmişti. Bu anlaşmalara göre Osmanlı topraklarının
İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya arasında paylaşılması gerekiyordu.
İngilizlerin Türkiye ve Türklerle ilgili temel görüşlerini Winston Churchill’in şu sözleri ile daha da netleştirmek mümkündür:
“İngiltere,
Fransa ve Rusya tarafından toprak bütünlüğü konusunda garanti teklif
edilen (gerçekte böyle bir teklif asla yapılmadı) Türkiye, Almanya ile
birleşmiş ve bir neden yokken Rusya’ya saldırmıştı. Hiç kimse Türk
İmparatorluğunun parçalanması veya Hıristiyan ve Arap Irkları üzerindeki
Türk egemenliğinin sona ermesi nedeni ile hüngür hüngür ağlamayacaktı.”(5)
Churchill Türkiye ve çevresi ile ilgili kendi genel eğilimini de şu sözlerle özetliyor:
“Türkiye’nin
Türk olmayan kesimlerinin istekli ülkeler arasında paylaşılması
müttefiklerin rahatlaması için bir ihtiyaç halini almıştı. İngiltere
nesiller boyu devam ettirdiği genel politikayı değiştirerek,Rusya’nın İstanbul’a sahip olmasına rıza göstermiş ve kendi menfaatlerini Mezopotamya ve Pers Körfezi’nde aramaya başlamıştır. Fransa
Suriye üzerinde tarihi hak iddiasında, İtalya’ya Antalya, Alpler ve
Adriyatik’te istekleri konusunda hiç bir müttefikin sorun çıkarmayacağı
vaat edilmiş durumdaydı.” (6)
İngiltere
politikasının savaş sonu mimarları olarak iki isim dikkati çekiyordu,
Başbakan Lloyd George ve daha sonra Dış işleri Bakanı olacak olan “Lord
Curzon” . Her ikisi de Türk dostu olmayan bir ekolün temsilcisi bir
partiden geliyor, Hıristiyan ve “Elen Kültürü”nün savunucusu olarak
Barış görüşmeleri masasına oturuyorlardı. (7)
Başbakan Lloyd George,
Konferansa katılan İngiltere delegasyonu’nun başkanlığını bizzat
üstlenmişti. (8)
Konferansa giderken Türkler ve Ermeniler için söylediği
şu sözler onun nasıl bir temel görüşe sahip olduğunu yansıtacaktır.
“Savaşın
başladığı andan itibaren, herhangi bir partiye mensup hiç bir devlet
adamı yoktur ki, bu insanlık dışı imparatorluğu mağlup ettiğimiz
takdirde yapacağımız sulh anlaşmasının ana esaslarından birisinin
Ermenistan vadilerini bu kötü şöhretli Türklerin kanlı yönetiminden
kurtarmak olduğuna inanmasın.” (9)
Harold Nicholson’a göre onun “önemli konularda politikası açık değildi, tahmin edilemeyecek kadar kapalı idi. Onun iki temel ilkesi (Rusya ile dostluk, Türkiye ile düşmanlık) hem
müttefik Fransa hükümeti ve hem de koalisyon ortakları olan Toryler
(Muhafazakâr Partisi üyeleri) tarafından lanetlenmiş ilkelerdi. Bu
hedefleri açıkça, ifade etmekten kaçınmıyor ancak inkâr da etmiyordu.
Fakat bu konularda ısrarlıydı ve tekrar tekrar gündeme getiriyordu.
Zamanla Başbakanın bu konularda kişisel bir politika uygulamak istediği,
onu ne itiraf etmek, nede tasfiye etmek niyetinde olmadığı anlaşıldı.”(10)
İngiliz liderlerin temel görüşüne göre;“Türk
sorunu bu sefer Avrupa diplomasisinden tamamen çıkarılmalı ve
Hindistan’da ve diğer herhangi bir yerde Müslümanlar Türkiye’nin kesin
bir yenilgiye uğradığını ve artık İslam’ın “muzaffer askerleri” pozisyonunda olmadığını anlamalılar. Bu
amaç için kararlı ve kesin bir harekâtın derhal uygulamaya konması
lâzımdır. Türkiye’nin Avrupa’daki toprakları tamamen elinden alınmalı,
İstanbul ve boğazlar bir başka ele devredilmelidir. Yaklaşık beş
asırdır, Türklerin Avrupa’da varlığı bir çılgınlık, entrika ve Avrupa
politikasının bozulmasının nedeni olmuştur.
Söz konusu milletler
zulümlere maruz kalmışlar ve kötü yönetilmişler ve Müslüman dünyasında
fazlasıyla üstün bir mevki sahibi olmuşlardır. Bu Türklerin kendilerini
“Büyük güç” olduğuna inandırmış ve diğer ülkelerde bu sihir’e
inanmıştır. Avrupa güçlerini birbirine düşürmüş ve onların
kıskançlıkları ve uyguladığı entrikalarla varlığını korumaya muvaffak
olmuştur. İşte bu nedenlerle Türkler Asya’ya kadar sürülmelidir. İstanbul ve Boğazlarda onun yerini alacak güç Büyük Britanya’dır.” (11)
“Helenizm
sevdası ateşi (o dönemde) İngiliz Başbakanının sinesinde yanmaya
başlamıştı. Lloyd Geroge, Lord Guilford ve Bay Gladstone’un klasik
işbirlikçisi ve Lord Byron romantizminin izlerini taşıyor ve bu seçkin
insanlarla aynı duyguları paylaşıyordu. Onun Yunan sevgisi gerçekte bu entelektüel şımarıklığı taşıyor gibiydi. Onun
Türk düşmanlığı ise temelde şu düşüncelere dayanıyordu. Onun inancına
göre Türkler bir “insanlık kanseri” idi. Bu yağmacılar sürüsü, ellerinde
asırlar boyu fırsat olduğu halde insanlığın gelişmesine hiç bir katkı
sağlamamış yegâne ırktı. Bu nedenle ister Britanyalı, ister yabancı
olsun, Türk taraftarı görünen biri onun için güvenilmezdi. Görüşleri temelde biraz da haçlı düşüncesine dayanıyordu. Haç ve Hilal çatışması konusunu yaşatıyordu.Düşmanlığın
temelinde yakın dostu Venizelos’a duyduğu büyük güven de vardı.
Aralarındaki ilişkiler, müşterek dostları sir John Stavridi (1903- 1916
arasında Yunanistan’ın Londra Başkonsolosu) vasıtasıyla canlı
tutuluyordu.” (12)
İşte
Barış Konferansına katılan Türkiye’nin düşmanlarından en önemlisi kabul
edilen İngiltere’yi yöneten isimlerin temel görüşleri böyleydi. Dikkat
edilirse hemen hemen hepsi küçük yaşlarda okullarda aldıkları dinsel ve
milli terbiye’nin etkisi ile “Türk ve Müslüman düşmanı; Yunan ve
Hıristiyanların dostu” olarak yetişmişlerdi. Özet olarak belirtmek
gerekirse; görüşmelere başlarken, bu defa bölgedeki Türk hâkimiyetini
bir daha canlanmasına imkan vermeden yok etmek, İstanbul ve Anadolu
topraklarını mümkün olabildiğince yeniden Hıristiyan Dünyasının kontrolü
altına almak arzu ve kararlılığındaydılar.
DİPNOTLAR:
(1).
Harold NİCOLSON, Curzon: The last phase 1919-1925, A Study in Post –War
Diplomacy, S.3-4 (Constable & Co Ltd. London –1934).
(2). Richard G. Hovannisian, Armenia on the Road to İndependence 1918, P. 249 (University California, Press, Ltd. 1967-USA).
(3). Aynı Eser, s.249.
(4). Aynı Eser, s.249
(5). The Rt.Hon.Winston S.Churchill,C.H.M.P.: The Aftermath Being a sequelto The World Crisis,P.130 (London-1944)
(6). Aynı Eser S.130.
(7). Sevres Andlaşmasına Doğru, S.XL.
(8). A.Mandate, S.68.
(9). Aynı Eser, S.74.
(10). Curzon, S.56-57.
(11).Aynı Eser, S.76-77
(12). Robert Rhodes James, British Politics 1880 – 1839, P.423 (Mehnuen & co Ltd. London –1977); Curzon, S.95-96.
Dr. M. Galip Baysan
GALiP BAYSAN'dan ''Tespitler ;'' TÜRKiYE PARÇALANIYOR ''
